Tanımıyordum kendilerini. 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik günü anma programı için Türkiye’nin Doha Büyükelçisi Dr. Mustafa Göksu’nun daveti ile gittiğim Katar’da tanıştım.
Üç gün boyunca izledim onları…
Sessizce ağlamalarına, sessizce konuşmalarına, sessizce yere bakarak düşüncelere dalmalarına, sessiz vakarlarına şahitlik ettim. Hayran kaldım bu insanlara.
15 Temmuz gecesi Gölbaşı Özel Harekat Merkezi’nde şehit olan Polis Seher Yaşar’ın annesi Dilek Yaşar ve Babası Veysel Yaşar bahsettiğim bu insanlar.
23 yaşındaki Seher’i üniversitelerde okutmuş, sonra komiser yardımcısı olmasından gururlanmışlardı.
On aylık polisken Seher, hainlerin uçağından atılan bombalarla orada şehit düştü.
Şehit anne babalarının yüzlerinde derin bir hüzün, acı bir tebessüm, acının olgunlaştırdığı saygın bir duruşları vardır.
Bu ailede sanırım bunlardan daha fazlası vardı ki, tanışan herkesi derinden etkiliyordu.
Anadolu insanı, Ankara Polatlı’da yaşıyorlar. Mütevazı bir emekli Veysel Bey. Dilek Hanım Anadolu kadının tipik bir örneği sanki. Neredeyse hiç konuşmuyor. O kadar saygılı ki, hareketleri o kadar ağırbaşlı ki insanda büyük bir hürmet etme arzusu uyandırıyor.
Tüm sessizliğine rağmen her şeye hakim, kızını ilgilendiren her konuyu biliyor, algıları çok açık. Fakat sadece kocası hatırlamadığında, unuttuğunda devreye girip hatırlatıyor. Geri kalan zamanlarda hep yere bakıyor, susuyor.
O yere baktıkça bizler ezildik, içimizde acı fırtınalar koptu, gözlerimiz doldu.
Konuşturmak istediler programlarda, o susmayı tercih etti. Ortaya çıkmasını istediler o kenarda durmayı tercih etti. Fakat varlığı her yeri kapladı, herkesi etkiledi.
Elinde bir mendil, 15 Temmuz gecesini anlatan videolar yayınlandığında, konuşmalar olduğunda sessizce akan göz yaşlarını sildi. Ciğeri yanıyordu evladı için ama o sessizce acısını yaşıyordu içinde.
Yüzünde bir sükunet vardı aynı zamanda. Denizlerin fırtınalar kopan günlerden sonra yaşadığı sessizliğe benzettim. Dalga dalga çarpan feryatların, acıların, hıçkırıkların sonrasında yüze çöken sükunet bu galiba.
Dilek hanım şehit annesine yakışır bir vakarın ve saygınlığın temsiliydi.
Buna şehit annesinin asaleti denir sanırım.
Veysel Beyin yüzünde ise ince bir tebessüm oluyor konuşurken. Gülüyor mu ağlayacak mı anlaşılmıyor bakınca. Acıyla yoğrulmuş yüzünde, acıyla oyulmuş o derin çizgilerden sonra tebessüm etse de acı yine de kendini aradan gösteriyor.
Kız babası… Kızına aşık baba… Kızının aşkıyla hayata tutunan baba… Kız babaları bilir bu duyguları…
Sonra kızını kaybettiğinde kıblesini şaşırır o baba.
Onu kaybettiğinde dünyası alt üst olur.
Veysel Bey tüm bunları yaşadıktan sonra acısını sağmış, derdini içselleştirmiş, aşkını kalbinin en müstesna yerine koymuş, hıçkırıklarını susturmuş, göz yaşlarını süzmüş ve öyle çıkmış insanların karşısına.
Onda da baştan aşağıya bir saygı, asil bir duruş, bir olgunluk var. Herkes onunla konuşurken bu asaletin, vakarın karşısında kendini toparlıyor.
Şuna şaşırdım: Polatlı gibi küçük bir ilçede yaşamış, belki doğru düzgün üniversite görememiş ama büyükelçilikte, resmi yemekte, toplantılarda, askeri birlikte yapılan resmi törenlerde ortama şaşırtıcı derecede uyum sağlıyor. Sanki diplomasi eğitimi almış.
Sessizce ağlarken izledim. Sesi çıkmadan, kimseye göstermek istemeden, usulca ağlıyordu o da Dilek Hanımla beraber. Sessizce sildi göz yaşlarını, kimse görsün istemedi. Yaktı içimi.
Vakarlı bir şehit babası böyle ağlıyor demek…
Kızının acısını anlatırken isyan etmedi, haline şükretti, hiçbir şey talep etmedi ve hep Allah’ın adaletine teslim oldu.
Fakat içinde fırtınalar koptuğunu gördüm ne kadar saklasa da.
“Siz daha iyi bilirsiniz de Kemal Bey ama bu hainlere verilen cezalar az değil mi? Yapanın hayatı kararmalı ki, bir daha kimse aynısını yapmasın. Hani ne bileyim, bu cezalar sanki yeterli değil…” sustu bir süre. Sonra tüm adaletsizliğe olan isyanını erteleyen cümleyi söyledi, “İyi ki ahiret var…”
Etmiyor, yine de isyan etmiyor…
Anadolu insanın o meşhur teslimiyeti var üzerinde. “Kader” diyor, “imtihan” diyor, “Allah’ın takdiri” diyor, “vatan sağ olsun” diyor…
Eğiyor başını, sessizliğe gömülüyor, feryadını ciğerine hapsediyor ama dışarıya isyanını belli etmiyor yine de.
Hep onları konuşuyoruz kendi aramızda. Büyükelçi Mustafa Göksu ne yapsam da onları mutlu etsem diye çırpınıyor. Türkiye’deki eşiyle telefonla konuşturuyor Dilek Hanımı, hediyeler veriyor, başka ülkelerin büyükelçilerinin karşısına Veysel Beyi çıkarıp anlatıyor, yemeğe götürüyor, çayını dolduruyor… O vakur duruşun karşısında ne yapsa az olduğunu anlıyor sonra.
Doha’da Türk misyonundaki herkes tıpkı Büyükelçi gibi etrafında pervane oluyor bu ailenin. Kadın diplomatlar, kadın koruma polisleri, iş kadınları sürekli Dilek Hanıma sarılıyor, öpüyor, elini bırakmıyorlar.
Fakat hiçbir şey onların vakarını, sükunetini, saygılı duruşlarını, mütevaziliklerini etkilemiyor. Dilek Hanım yine yere bakıyor, Veysel Bey yine acı ile ağlama arasındaki tebessümünü takıyor yüzüne.
Onların buraya gelmesine aracılık eden 15 Temmuz Derneği Başkan Yardımcısı Ömer Seyfi Aktülün şöyle özetledi durumu: “Onların sayesinde bu ülke ayakta kalıyor.”
Saatlerce yazabilirim onları.
Günlerce anlatabilirim.
O bakışlardaki derdi, sızıyı, özlemi sayfalar dolusu tarif edebilirim.
Fakat o sessiz vakarı tarif edemem sanırım, hiçbir zaman unutmayacağım.