Bu başka bir yalnızlık…
İnsanın şimdiye kadar yaşadığı yalnızlığın başka bir şekli.
Hem çok kişiyle iletişim kurmak ama bir o kadar da yalnızlaşmak…
Dijital devrimin insanlığı dönüştürdüğü başka bir yüzle karşı karşıyayız.
Ne tek başına, ne sadece kendin olabilme, ne kalabalıklarla birlikte yaşamak…
Yalnızlığın yeni ve tuhaf bir hikayesini yaşıyoruz.
Ve henüz nasıl evrilecek, nasıl sonuçlanacak onu da bilmiyoruz.
Çünkü değişimin içindeyiz ve bu tecrübeyi ilk yaşayan kuşaklarız.
Bizden sonraki kuşaklar bu yalnızlığı sorgulamayacak sadece onu yaşayacaklar.
Biz sorguluyoruz çünkü bizim bildiğimiz yalnızlık böyle değildi…
İnsanla az iletişim kurmak, az görünmek, az bilinmek ve kendi içinde bir dünyada yaşamak, yalnızlık demekti bizim için.
Bu yalnızlığın bir anlamı, kıymeti ve değeri de vardı.
Zira yalnızlığında kendini keşfederdi insan.
Bir fikir, bir ideal, bir buluşla çıkardı bu yalnızlıktan insan.
Hz. Muhammed’in, Buda’nın, Zerdüşt’ün, Musa’nın yalnızlıklarını düşünün ve sonra ortaya çıkan ve dünyayı değiştiren fikirleri…
Peki şimdiki yalnızlık nasıl?
Yüzlerce, binlerce insanla etkileşim içinde bulunan, göz önünde olan, tanınan, saklanmayan ama tuhaf biçimde yalnız olan bir hal içinde insan.
Sosyal medyanın yarattığı bir anafora kapılanlardan bahsediyorum tabii ki…
İnsana ait olan doğal iletişim biçimleri kullanılmıyor…
Gözlerinin içine bakarak konuşmak, yan yana bulunmak, fiziksel olarak görüşmek, dertleşmek, ağlamak… Tümünün yokluğunun farkında mısınız?
Sanal kalabalığın içine bir an önce karışıp sahte dünyada konuşmak, iletişime geçmek için can atıyor bu insan tipi.
Gerçeğini değil sahtesini, canlısını değil cansız dijitalini, duygusu olanı değil ruhsuz olanı tercih ediyor…
Hakikatin; içinde canlı insanların yaşadığı bu dünyada değil, sahte kimliklerin ve cansız ruhların dolaştığı o dijital dünyada olduğunu zannediyor. Aslında kendini buna inandırıyor.
Zira o cam ekranda gördüğü yüzlerin, duyguların, ruhların, seslerin ve nesnelerin gerçeğini gördüğünde/yüzleştiğinde zihnindekilerle çeliştiğini, örtüşmediğini, çatıştığını fark etiğinde acı çekiyor, mutsuz oluyor.
Bu yüzden de kaçıyor hakikatten…
Bu yüzden gerçek dünyadan kaçıp yalnızlaşarak o sahte dünyada kalmayı tercih ediyor. Orada duymak ve görmek istediklerini tercih etme şansı var…
İşte bu yüzden yalnız başına o anafora kapılıp dönüyor aynı yerde…
Bu yalnızlığın ne üretken bir tarafı, ne kendini keşfettiren yanı, ne de doğurgan bir hali var.
Bu kez tuhaf yalnızlığın tuhaf mutsuzluğuna kapılıyor.
Daha çok iletişim kurunca, halini paylaşınca yalnızlığının gideceğini sanıyor ama gitmiyor bir türlü.
İnsana özgü iletişimi tükettiği için, makineye özgü bir iletişim biçimine girdiğinin de farkında değil.
Az “like“ alınca az sevildiğini düşünüyor.
Az paylaşım alınca değersiz olduğunu zannediyor.
Az takipçisi olduğunu görünce beğenilmediğini vehmediyor…
Ve yalnızlığın içinde mutsuzluğun sarsıntısını yaşıyor böylece.
Ne oluyor biliyor musunuz?
Benzeşme cinnetine kapılıyor bu kez.
En çok like alan biri gibi giyinmek…
En çok paylaşılan biri gibi konuşmak…
En çok takip edilen biri gibi davranmak…
Onun gibi dudağının, burnunun, saçının, kulağının olmasıyla her şeyin düzeleceğini zannediyor üstelik…
Fakat ne hazindir ki olmuyor…
O tuhaf yalnızlığın içinde o sancılı mutsuzluk geçmiyor bir türlü…
Oysa mutluluğun basit, doğal, organik insani iletişimde olduğunu bilmiyor.