Uzun zaman bu iddialı cümleyi kurup kurmamakta tereddüt ettim. Zira siyaset kurumunu kötülemek, işlevsiz hale getirmek, milleti siyasetten soğutmak bilinç altında insanı statükoya, siyaset dışı kurumlara yakınlaştırır diye düşündüm.

Çünkü benim gibi gençliğini askeri darbelerle, vesayet odaklarıyla, asker/sivil bürokrasinin baskısıyla geçirenler, bunlarla mücadele etmenin önemli aracı olarak her zaman demokratik siyaseti görürdü.

Siyaset dışı mekanizmalar siyaseti bilinçli olarak kötüler, yapacakları antidemokratik baskılara meşruluk kazandırırdı.

İşte bu zemine düşmek istemedim uzun zaman.

Ancak şimdi görüyorum ki o vesayetleri güçlendirmemek için, siyasetin yarattığı tahribatı görmez olduk.

İşte bunu, parti ya da ideoloji ayrımı yapmadan tartışmak niyetindeyim.

Siyaset Kişisel Çıkar için Yapılır

Siyaset kurumunun tüm refleksleri ve motivasyonu kişisel çıkar üzerine kurulmuştur. Siz bakmayın öyle süslü ilke, dava, idealist, demokrasiyi yücelten cümlelere.

Siyasi partiler de siyasetçiler de “çıkar” üzerine inşa edilmiş bir güç paylaşımı mekanizmasının parçalarıdır. (Bu tanımlama konusunda alanının en yetkin isimlerden Münci Kapani’nin ‘Politika Bilimine Giriş’ kitabının okunmasını tavsiye ederim.)

Bu mekanizmayı ayıplamak, yermek, kötülemek niyetinde değilim. Siyasetin doğası budur. Başka türlü siyaset yapmak, insanları motive etmek, çalıştırmak mümkün değildir.

Milletvekili aday adayı olan bir arkadaşım evini ve arabasını satıp yarışa girmişti. Aday olan bir belediye başkanının 10 milyon TL kampanya için harcadığını okudum. Acaba tüm bu yaptıkları masrafları nasıl geri alacaklar? Maaşlarının 150 Bin olduğunu düşünsek, 5 yılda bile o masrafları çıkaramazlar. Şimdi bu insanların sadece millete ve ülkeye hizmet etme aşkı için bu kadar masraf yaptığını söyleyebilir miyiz? (Bunu da siyasetin finansmanı başlığı atlında tartışmak gerek.)

Siyasette mahalle temsilcisi olan birinin bile kişisel bir beklentisi ve çıkarı vardır. Yadırgamıyorum.

Sorun, bu gerçeği örtüp, siyaseti bağlamından kopartarak daha ulvi, daha kutsi ve daha ilkesel bir tanımlamaya sokmaktır.

Demokrasinin Açığı, Siyasetin İstismar Aracı

Tartışmanın daha derin bir tarafı var aslında: Demokrasinin eksiklileri ve açıkları. Ancak bu derin ve sonsuz tartışmayı açmak niyetinde değilim. Asıl konunun bununla ilgisi şudur:

Demokrasi herkese fırsat eşitliği, herkese seçme ve seçilme hakkı verdiği için sanırım başımıza gelen sorunların bir kısmı buradan başlıyor.

Biliyorum son derece riskli bir cümle. Ancak siyaset kurumu çıkarı için en niteliksiz insanı bir şehre belediye başkanı, en kifayetsiz ismi milletvekili, en beceriksiz insanları yönetici yaparken demokrasinin bu açığını kullanıyor.

Milyonlarca insanın yaşadığı bir şehrin kaderini şehircilikten, yöneticilikten, planlamadan anlamayan birine teslim etmek, demokrasinin açığını istismar etmektir.

Diyeceksiniz ki bu insanları aday yapanda hata. Doğru zaten bu yüzden siyaset sistem bozucu bir kurum oluyor işte. Kendi partisinin ya da kişisel çıkarları için sistemi bozacak insanları yönetici yapabiliyor, imar afları çıkartabiliyor, şehir planlarını değiştirebiliyor, kanunlar çıkartıp düzenin alt üst olmasına neden olabiliyor.

Buraya kadar kafanızda “Ama batı ülkelerinde böyle olmuyor.” diye bir cümlenin dolaştığını biliyorum. İnanın Trump’ı ve Meloni’yi ülkenin başına getiren mekanizma orada da sorgulanıyor. Lakin bizim dertlerimiz biraz daha farklı ve çok.

Politize Eden, Ayrıştıran, Kutuplaştıran Siyaset

Türk siyasi hareketlerinin klasik bir taktiği vardır: Karşıtlık yarat, korku üret bu sayede taraftar topla. Siyasi tarihe bakarsanız her dönemde siyasilerin bir korkutma aracı bulduğunu görürsünüz. İrticacılar, Ticaniler, Nurcular, komünistler, Kürtçüler, ayrılıkçılar, laiklik düşmanları, batı uşakları, masonlar, terör, beka sorunu, din karşıtları…

Korkutma gerekçeleri, kavramları değişse de yöntem değişmez. “İzmir düşerse Anıtkabir yıkılır.” diyenlerle, “Sancaktepe düşerse Kudüs düşer.” diyenler aslında aynı yerden besleniyor.

Toplum içinde başörtülü ve saçı açık kadınlar, Kürt ile Türk, Alevi ile Sunni, milliyetçi ile liberal, İslamcı ile seküler insanlar yan yana yaşamakta sorun çekmediler aslında. Fakat karşıtlık üzerine oyun kuran siyaset, bu sosyal katmanları politize etti, fay hatlarını derinleştirip, bunlardan birini kendi tarafına çekmek istedi her zaman. Bunu da çoğu kez başardı. Herkes kendi hattındaki siperi daha derin kazdı, asla yer değiştirmedi. Cepheleşme, mahalle bölünmesi, kutuplaşma, ayrışma, politize olma böylece kronik bir sorun haline geldi.

Neyse ki gençler bu cinnet halinin değişeceği yönünde umut ışıkları yakıyor biraz.

Sistem Bozucu Jammer

Bir tartışma programında farklı zamanlarda yargı mağduru olan 4 gazeteci yan yana denk gelmiştik. 12 Eylül askeri darbesi, 28 Şubat dönemi, FETÖ’cü yargı ve AK Parti döneminde yargının kendisini mağdur ettiğini söyleyen dört gazeteciydik.

Hepimiz kendi dönemimizin siyasi iktidarını suçluyorduk. Aslında ideal bir yargı sistemi kurulamamasının nedeni olarak bu mağduriyetleri yaşamıştık. Sebebi ise her siyasi iktidarın yargıda kadrolaşma çabasıydı. Kendi çıkarları için yapılan bu kadrolaşmanın sonucu olarak yargı adalet dağıtan bir kurum olmaktan çıkıp, mağdur üreten bir yapı haline geliyordu her dönem.

Benzer durumlar kritik kurumlar için de geçerli. Ordu, istihbarat, içişleri, dışişleri, eğitim… Tüm bu kurumlara her siyasi iktidar kendi insan kaynaklarını yerleştirip, kadrolaşmaya kalktı. Sorsanız herkese fırsat eşitliği ve herkesin seçilme hakkı babından bir tirat dinlersiniz siyasetçiden.

Frekans bozucu jammer gibi, siyaset de iletişim, medeni ilişkiler, iyi hizmet ve kalitenin bozulmasına neden oluyor bu şekilde ama farkında değil.

Bu arada toplum olarak siyasetin istismarlarına son derece “hoşgörülü” olduğumuzu, istismara doğru meyyal olduğumuzu da söylemeden edemeyeceğim.

Ne yapmak gerekir?

Çözüm olarak siyaset kurumunu içeriden ya da muhalefet aracılığı ile değiştirmenin mümkün olduğu kanaatinde değilim. Çıkarları örtüştüğünde iktidar ve muhalefetin nasıl şevkle birleştiğini gördük geçmişte.

Bu nedenle siyaseti ve siyasetçiyi dışardan demokratik şekilde baskı altında tutmak, yanlış yapmasına engel olmak, toplumu bilinçlendirmek için aydınların, sivil toplumun güçlenmesi, örgütlenmesi gerekiyor.

Devletten, belediyelerden, kurumlardan beslendiği sürece gerçek sivil toplum örgütü kurmanın, aydın olmanın da mümkün olmadığını unutmayalım.

Devletten çıkarı olmayan her aydın ve STK özgür ve güçlüdür her zaman.

Buna ek olarak medyanın benzer bir özgürlüğe kavuşması gerek. Ya muhalefet ya da iktidar medyası olmak zorundasınız diye açmaza girmiş sektörün bu kapandan çıkması gerek. Mevcut yapıların bunu yapabileceğini düşünmüyorum. Bu yüzden sosyal medyada küçük de olsa bağımsız, tarafsız ve adil mikro medya aktörlerinin doğmasını teşvik etmek gerek.

Sonuç:

Sonuç olarak siyasetin demokrasi için vazgeçilmez yanını reddedemeyiz. Ancak siyasi tarihimize bakarsak onun tek başına ülkeyi ve tüm toplumu yönetmesinin sonuçları pek de iyi olmadığı aşikar. Bu yüzden siyasetin denetlenmesi, demokratik usullerle yönlendirilmesi ve gücünün demokrasi içinde paylaştırılması gerekir.

Yoksa önümüzdeki dönemde iktidara CHP ya da başka bir parti geldiğinde filmi tekrar baştan aynı şekilde izleyeceğiz.

Kemal Öztürk